KİTAP ADI: BEYAZ
ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE
YAZAR ADI: GRIGORIY
PETROV
BASIM TARİHİ: EKİM
2017
BASKI: 61
YAYIN EVİ: MUTENA
YAYINCILIK
SAYFA: 110
KİTABIN VERMEK İSTEDİĞİ ANA DÜŞÜNCE: Geri kalmış, bağımsızlığı elden
alınmış, insanları sürekli ezilen bir ülke…
Kitapta
asıl verilmek istenen bana göre; bir millet her ne kadar da bitmiş, tükenmiş
olsa yine de yükselmek için eğitimin şart olmasıdır. Bir milletin gelişmesi
modası, yiyecekleri ile değil de eğitimli olmasına bağlıdır. Eğitim ile her
işin başarılabileceği anlatılmaktadır.
GRİGORY
SPİRİDONOVİÇ PETROV(d. 1866, Rusya – ö. 1925, Paris), Rus hatip, gazeteci,
yazar.
20.yüzyıl
başında Rusya’nın en tanınmış papazlarından, en çok okunan halk yazarlarından
birisi idi. Görüşleri nedeniyle kiliseden kovulduktan sonra kendisini tamamen
yazarlığa verdi; gazeteci ve hatip olarak kitleleri etkilemeyi sürdürdü.
Bolşevik Devrimi gerçekleştiğinde ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Yugoslavya
Krallığı’nda geçirdiği son yıllarında pek çok eser kaleme aldı, konferanslar
verdi. Eserleri, Sovyet döneminde ülkesi Rusya’da yasaklanmıştır ancak
Bulgaristan’da ve o yıllarda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde etkili olmuş,
devrin aydınlarını etkilemiştir. Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı kitabı, Türkçe’
de en çok okunan yabancı eserler arasına girmiştir.
Yaşamı
1869
yılında Petersburg’a bağlı Hamburg kasabasında dünyaya geldi. Babası bir
meyhane garsonuydu. 1886’de din okulundan, 1891’de Petersburg İlahiyat
Akademisi’nden mezun oldu ve din görevlisi olarak tayin edildi. Kilisedeki
görevinin yanı sıra Mihaylov Harp Okulu, Aleksandrov Lisesi, Teknik Okulu ile Petersburg’un
farklı liselerinde ders verdi. Bir hatip, gazeteci ve hoca olarak ünü yayılınca
Çarlık ailesi tarafından prensleri eğitmesi için saraya davet edildi. Ancak
fikirleri Kilise yöneticilerini rahatsız etmeye başlayınca 1903 yılında
okullarda verdiği dersler kendisinden alındı ve kilisedeki görevinden
çıkarıldı; saraydaki işinden de ayrılmak zorunda kaldı. 1907 yılında “zararlı
gazetecilik faaliyetlerinden ötürü” Petersburg yakınında bir manastıra sürgün
edilen yazar, manastırda bulunduğu sırada, adaylığını koymadığı halde Rusya’nın
ikinci Duma’sına milletvekili seçildi. 1908 yılında Kilise yönetimine hitaben
yazdığı mektupta yer verdiği eleştirilerine bağlı olarak Kiliseden aforoz
edildi. Kendisine karşı açılan dava sonucunda din görevliliği mesleğinden ihraç
edildi, 7 yıl Petersburg ve Moskova’da yaşaması yasaklandı ve 20 yıl bir
süreyle devlet işlerinde çalışmaktan men edildi. Papazlık rütbesi alındıktan
sonra ünü daha da artan yazar, 1908 yılından itibaren Kırım’da ikamet etti.
Rusya’da ve yurtdışı ülkelerde gezerek çok sayıda konferans verdi. Yurtdışında
gezdiği yerler arasında en çok Finlandiya’dan etkilendi. Yazıları, “Russkoye
slovo” adlı gazetede her gün yayımlandı. Kitapları Balkan ve Avrupa ülkelerinde
çevrilip yayınladığından yurtdışında tanındı. Petrov, Ekim Devrimi’nden sonra
Bolşevikleri rahatsız eden görüşleri nedeniyle çeşitli baskılar görüyordu;
ihtilal kaosunda yakınlarını ve oğlunu kaybetmişti. 1920’de Kırım’dan kalkan ve
içinde ülkeden kaçan Denikin Ordusu mensuplarının bulunduğu son gemiye
yalınayak ve üzerindeki pijamayla binerek hayatını kurtarmayı başardı.
İstanbul’dan geçtikten sonra kısa bir süre Gelibolu’da kaldı ve daha sonra bir
grup Rus göçmeniyle birlikte Yugoslavya Krallığı’na geçti. Sanatçı, Yugoslavya
Krallığı’nda yöneticiler tarafından büyük ilgi gördü ve Belgrad Üniversitesi’ne
profesör olarak tayin edildi. Son yıllarında üniversitedeki derslerinin yanı
sıra, tüm ülkeyi gezerek konferanslar verdi; hatip ve gazeteci-yazar olarak
büyük bir üne kavuştu. 1925 yılında sağlık durumu kötüleşen Petrov, mide
kanseri nedeniyle ameliyat için devlet imkânlarıyla Paris’e gönderildi; ancak
iyileşemeyerek 18 Haziran 1925’te hayatını kaybetti. Yakılan naaşının külleri
eşi ve kızının yaşadığı Novi Sad kasabasında defnedildi. Mezarı daha sonra kızı
tarafından Münih şehrinin Ostfriedhof Mezarlığına nakledildi.
ÖZET
Kitabımız
geçmiş zamanlarda çok geri kalmış olan Finlandiya ülkesini anlatmaktadır.
“Yeni
Toplumlar Kendileriyle Beraber Yeni Şarkılar Üretirler.”
Moskova’daki
bir Devlet Tiyatrosu’nun duvarlarında birdenbire büyük çatlaklar oluştuğu
görülmüştür. Mühendisler inceleme yapmış ve binayı sağlam bulmamışlardır ama
yıkmak da istememişlerdir. Bunun için temelini tekrar sağlamlaştırmışlar ama
ilerleyen zamanlarda yine çatlaklar oluştuğunu görmüşlerdir. Tekrar inceleme
yapan mühendisler binanın temeline granit taşlar koymuşlardır. Devletlerin
tarihi ve milletlerin yaşantısı da aynı buna benzer. Eskide kalan kanunlar yeni
duruma ayak ayak uyduramaz.
‘Mane
Tekel Fares’
Bunun
anlamı şudur: Kendini yenilemek istemeyen bir toplum yıkılmaya mahkûmdur.
Milletlerin
tarihini yine milletlerin kendileri yazmıştır.
Carlyle
milletlerin tarihini milletin kendisinin yazmadığını ileri sürer bunun yerine
kahramanlar yazar. “Milletler cansız bir kil tabakasıdır’.” der. Kahramanlar bu
kil tabakasına can verdiğini söyler. Ama Lev Tolstoy tam tersini iddia eder ve
şunları söyler: “Hayatı yaratan olayların akışını belirleyen ve bunların
özellik ve biçimini veren tek başına kişiler Napolyon’lar değil, halk
kitlesinin ta kendisidir.” der.
Lev
Tolstoy bir örnek vererek şunları söyler:
“Bir
gemi düşünün. Hareket esnasında geminin önünden sular bir şerit halinde
kaçıyor. Bu suşeridinin gemiyi sürüklediğini kim iddia edebilir? Açıktır ki bu
su akımını geminin kendisini oluşturuyor, kendi önünde kovalıyor. Güç asıl
gemidedir. Akan su ise bunun sonucudur sadece. Milletlerde böyledir işte. Bir
millet hareket gücü oluşturup yürüyünce, kendiliğinden harekete geçmiş oluyor
ve önündeki suları kovalıyor.” (sayfa 13)
Aslında
Tolstoy ve Carlyle’ den birini seçmek gerekmez her ikisi de haklıdır ve
birbirlerini tamamlar. Şöyle açıklayayım bir mercek düşünün ve mercek
milyonlarca güneş ışığını kendinde toplayıp kâğıt, saman gibi yanıcı maddeleri
tutuşturabilir. İşte milletlerde böyledir. Kahraman milletlerin gücünü
toplayarak bununla milyonlarca insanın ruhunu tutuşturur.
Finlandiya’nın
sert bir iklimi vardır. Havası genellikle sislidir. İlkbaharda bile donlar
devam eder. Ağustostan itibaren soğuklar başlar. Arazisi de oldukça kıraçtır.
Tarım güçlükle yapılabilmektedir. Finler kendilerine ‘Suomi’ adını
vermişlerdir. Suomi “bataklık arazi” anlamına gelmektedir.
Fin
milletinin hayatında başlıca iki şey kayda değerdir: Birincisi Rus ihtilaline
kadar Finlerin bağımsız bir hayatlarının olmayışı; ikincisi ise kendilerine
önderlik edecek büyük adamları yetiştirmemesi. Finler 1811 yılına kadar İsveç
Hükümeti’ne bağlıydı. O zamanlar bağımsızlıkları yoktu ve bütün kurumları
İsveç’e bağlıydı. Okullarda bile İsveçli öğretmenler hâkimdi. Ama bu
öğretmenlerin bir özellikleri vardı. Kalitesiz ve verimsiz ders işliyor
çocuklara da hiçbir şey öğretmiyorlardı.
Finlileri alt bir mensup üyesi olarak görür ve onlara saygı
göstermezlerdi. O zamanlar ülkede aydın, din adamları parmakla gösterilecek
kadar azdı. Daha sonra Finlandiya’yı bağımsız kalmaları karşılığında Rus
Hükümeti’ne verdiler. Böylece Finliler bağımsızlık kazanmış oldu ve hayatlarına
yeniden başladılar. Kendi kültürlerini kendileri oluşturdular.
Yükseliş Önderi Bir aydın: Snelman
Johan
Wilhelm Snelman, 12 Mayıs 1806’ da, Stockholm’ da dünyaya gelmiştir ve 4 Temmuz
1881’de Danskarby’de vefat etmiştir. Snelman dönemim büyük bir bilim adamı,
derin bir filozofu ve ünlü bir siyasetçisiydi. Ancak Snelman’ın en büyük ünü,
Fin kültürünü yaratan halk öğretmeni olmasındandır.(sayfa 21)
Snelman
küçük Suomi için büyük etki yaratmış ve çok iyi işler başarmıştır. Halkı her
zaman bilgilendirmiş ve aydın olmak demek sadece modayla olmayacağını
belirtmiştir. Kışın ve yazın mevsim fark etmeden bütün Finlandiya’yı bir uçtan
bir uca dolaşarak halkı aydınlatmak için konferanslar vermiştir. Ülkenin en
ücra köşelerine bile gidip orada halkı bilinçlendirip daha büyük bir ülkeyi
oluşturmak çabası içine giriyor.
İsveç
egemenliği altına iken eğitimci memurlar bile çok kötüydü. Kendilerini
bekleyenleri saatlerce bekletip geri gönderirler ve küstahça konuşurlardı.
Ayrıca rüşvet bile alırlardı. Snelman konferans sırasında: “Ben İsveç halkını
severim ama ülkem İsveç memurlarından kurtulduğu için mutluyum.” demiştir.
Snelman
kışla da konferans vermiş ve halkın kışlaya karşı tutumunu değiştirmiştir.
İsveç zamanında ise askerlere çok kötü davranırlar ve içki içip gazinolarda
vakitlerini geçirirlerdi. Oradan çıkan kişiler madde bağımlısı olur ve kötü
suçlar işlerdi. Öyle ki halk bile kötü alışkanlıklar sergileyen insanları
uyarmak için burası kışla değil derdi. Snelman buralarda da konferanslar
vererek askerlerin kışlayı farklı görmesini sağladı ve askerden sonra da güzel
anılarını anlatabilecekleri yerler olarak değiştirdi. Askerlere öğrenmeleri
için kitaplar okumaya başladılar. Komutanlar tüm günlerini gazinolarda değil de
askerlere eğitim vermede harcadılar.
Snelman
futbol alanında da yenilikler yapmıştır. Çünkü o zamanın gençleri
birbirlerinden etkilenerek zamanlarını top peşinde harcıyorlardı. Futbolcularla
yapılan bir yemeğe katılmış ve orada onlara şöyle seslenmiştir: “Ey gençler
sizler başarılı işler yapıyorsunuz sizi tebrik ederim ama bizim ülkemizin bir
top peşinde koşacak vaktimiz yoktur. Bizim biran önce gelişmemiz gerekir.”
demiştir ve böylelikle gençlerin de durumdan haberdar olarak onları eğitime
yöneltmiştir.
Aileler
çocuklarının eğitimde pek görev almıyorlardı ve ne hali varsa görsün deyip
başlarından savıyorlardı. Onlara her şey veriyorlardı yapıyorlardı ama onlara
zaman ayırmıyorlardı. Snelman yine pedagoglara, tüm anne babalara çocuklarını
daha akılcı bir şekilde nasıl eğiteceklerini vatana millete nasıl daha yararlı olabileceklerini
öğretiyordu.
Snelman
değişik bölgelerdeki aydınları da toplayarak bir halk üniversitesi kurdu. Bu
halk üniversiteleri gittikleri yerlerde konferanslar düzenleyip halkı
bilinçlendirdiler. Bu konferanslar git gide büyümeye başladı ve halk artık
gelişmeye başladı.
Reçel
Kralı Yarvinen halk üniversitesinde bir konuşma yaptı:
Ben
bir zamanlar yoksul ve sıradan bir satıcıydım. Daha sonra küçük bir dükkân açıp
çalışamaya başladım. Şekerleme satmaya başladım. Ama halimden memnun değildim. Yine
de işimi sürdürüyordum. Yarvinen konuşmasına şöyle devam etti: “Yıllar önce
Krokep’ i hatırlarsınız değil mi? Her yere zarar veren insanları öldüren ve
kötülükler yapan Krokep. Geçeneler de onu gördüm herkes öldü diye biliyordu ama
o ölmemiş. Ben onu tanımadım sonra o beni tanıdı ve yanıma geldi. Yanında da 3
oğlu vardı. Oğulları hep başarılı yerlere gelmişti. Krokep’e sordum yıllar önce
haydut olan bir insan nasıl bu kadar değişebilir? Krokep anlatmaya başladı. O
zaman karanlık bir ışık içindeydim ve kimse beni o karanlıktan çıkarmıyordu.
Ben tüccarın yanında çalışırken onun paralarını dağıtıp hapse girmemin nedeni
tüccarın halka hileli mal satmasıdır. Halka bir daha veresiye vermez diye
tüccarı hâkime söylemedim cezam neyse çektim.( Papazın evine giderek onun
başını ezdi ama papaz bir yolunu bulup kurtuldu. Krokep’i o zamanlar deli sanıp akıl
hastanesine atmışlardı. Ama o bir yolunu bulup oradan kaçmıştı. ) . Sonrasında
ise papazı tekrar öldürmek için gittim. Kapıyı çaldım ve içeri girdim. Papaza
kim olduğumu söyledim o benden korktu ama kapıyı yüzüme kapatmadı gelin içeri
dedi. Bana karnımın aç olup olmadığını da sordu şarap getir dedim o da ekmeğe
sürülmüş tere yağ ile şarap getirdi. İçimden öyle bir ağlamak geldi ki belki
ilk defa hayatımda bu kadar çok ağladığımı hatırlıyorum. Sonra papaz beni
dinledi. Ona bütün olan biteni anlattım. O da bana şöyle karşılık verdi sen
tanrıya kızmışsın. Böyle olmaz git bir daha günah işleme ve çocuklarını iyi
yetiştir. İşte o günden sonra çocuklarımın gelişmesini okumasını istedim ve
başardım.”. Yarvinenler ve Krokepler hep aynı milletin insanıdır. Bir
madalyonun iki yüzü gibidir. Biri cehalet içinde iken diğeri bahar hayatı yaşamaya
çağrılıdır.
Yardive'
nin hayatını değiştiren onu Reçel Kralı yapan aslında bir konferanstı.
Konferansa da Robinson’un hikâyesi anlatılmıştır. Tek başına bir çocuğun nasıl
ayakta kaldığı ve kendinin nasıl geliştirdiğinden bahsedilmiştir. Fin halkının da
bu şekilde kendini geliştirerek kalkınabileceğini söylemiştir. Yardive’nin
arkadaşlarından biri Yumurta Kralı biri Paris’e gidip Ayakkabılar Kralı
olmuştur. Yardiven’ de reçel yaparak halkın kötü alışkanlıklardan kurtulmasını
sağlamış ve halkı sigara ve ya alkol içmek yerine reçel yemeye teşvik etmiştir.
Daha sonra kendini geliştirerek Reçel Kralı olmuştur.
Snelman
Berlin’de iken bir konferansa katılmış ve orada aslında Slav olan ama Almanlar
için yazan, Slavlar için kötü şeyler yazan bir gazeteci ile tanışmış. Snelman
konferansta çıkıp milleti için konuşmuş. Bu gazeteci yazar konuşmadan
etkilenmiş ve daha çok içki içmeye başlamış. Snelman ile tanışmışlar sonrasında
ise Snelman’ı çok haklı bulmuş ve ona keşke yıllar önce sizi tanısaydım o zaman
milletim için daha farkı biri olurdum demiş ve Snelman’ın elini öpmüş. Snelman
geç oldu deyip oradan ayrılmış. Haftalar sonra eline isimsiz bir mektup gelmiş
ve o mektupta şunlar yazıyormuş: “Siz benim ruhumu tersine çevirdiniz. Şimdi
artık benim bu hayata tahammülüm yok. Şimdiye kadar yaşadığım şekilde yaşamak
bana iğrenç geliyor. Sanki istemeyerek hayatıma son veriyorum.” (sayfa 98) Snelman
mektuptaki yazıyı tanıyamamış. Sonra son bir ayın Viyana gazetelerini taramış
ve haberi görmüş. Haberde şöyle yazıyormuş: “Üzücü kaza… Büyük bir kaza… Slav
yazar, korkusuz düşünce adamı, dikkatsizlik sonucu ağır bir şekilde kendini
yaralamış ve ruhunu teslim etmiştir.”. Snelman anlamış ki o gün konferansta
konuştuğu adam…
Eğer
bu yazar mantıklı bir eğitim görmüş olsaydı ve ona halk kitlesinin ruhunu ve
gönlünü tutuşturmaktan doğan zevkin, hayatı boşa geçirmek zevkinden daha üstün
olduğu söylenmiş olsaydı, bu insan kendi ülkesinde bir uygarlık havarisi
olurdu.
Snelman
konuşmalarına şöyle devam ediyor: “Uyanınız! Yurttaşlarınızı kurtarmak için
işbaşına geçiniz! Halkımızın dörtte üçünün yaşamakta olduğu hayat fecidir.”
Bu
şekilde bütün halkı uyandırmış ve gelişme için çaba göstermiştir.
Kendini Halkın Sağlığına Adayan Adam
Yıllar
önce yeni mezun olmuş bir doktor varmış bu Doktor Finlandiya’nın gelişmemiş,
geri kalmış ülkesine atanmış. Doktor oraya gittiğinde gözlerine inanamamış.
Çünkü halk hiçbir yönden gelişmemiş. Örneğin; yatakları yokmuş toprağın üstüne
yatarlarmış, aynı elbiselerle hem çalışır, hem gezer hem de uyurlarmış. Hastalıklar
ve hastalıktan ölen insanlar çok fazlaymış. Erkekler içki içerlermiş. Evleri
dağlık yerlere yapmışlar ve ne bir kapı ne bir pencere varmış. Doktor
gördükleri karşında çok utanmış ve ben bu insanlar için bir şeyler yapmalıyım
demiş ve kurumlara yazı göndermiş. “Ey siz insanlar rahat yaşıyorsunuz.
Sizlerin orada bir işi var, sağlıklısınız. Alışveriş merkezleriniz var. Gezip,
içip eğleniyorsunuz. Bunlar sizin kardeşleriniz bunlara da yardım edin.”.
Sonrasında devlet bu duruma el atıyor ve tıp ordusu gönderiyor. İnsanların hem
hastalıklarını tedavi ediyorlar hem de insanlara nasıl beslenmelerini nasıl
giyinmelerini öğretiyorlar. Nasıl ev yapmaları gerektiğini anlatıyorlar ve
halkı bilinçlendirip hastalıkları, içki gibi kötü alışkanlıkları ortadan
kaldırıyorlar. Yıllar sonra doktor vefat ediyor ve bütün köy cenazesini taşıyıp
onu defnediyorlar ve ona şu sözleri söylüyorlar:
“Bizi
çok iyi yetiştirdin. Bizlerin gözünü açtın ve daha sağlıklı olmamızı sağladın.
Küçük Suomi’miz için uğraştın sana minnettarız. Senin heykeli dikmek gerekir
ama bak bizler senin eseriniz. Milletin sağlığı için mücadele eden büyük
kahramanın şanı sonsuza dek yücelsin.”
YORUM
Kitap
beni çok etkiledi. Özellikle Snelma’nın konuşmaları ve insanları nasıl
etkilediği. Kitabın başlarında aslında Finlandiya’nın bu kadar yükselip
gelişeceğini düşünmüyordum ama ilerleyen sayfalarda daha da iyi olacağına
inandım. Geri kalmış, bağımsızlıkları yok bir ülkenin eğitim gibi güçlü bir
silahla tekrardan ayağa kalktığını görmek beni çok etkiledi. “Her işin başı
eğitimdir.” sözü gerçekten de tam anlamıyla ben de yerine oturdu. Bir millet
bir tarafta sözde eğitimli yaşarken diğer tarafta insanların eğitim, kültür,
medeniyet gibi değerlerden haberi olmadan yaşaması gerçekten de üzücü bir
durumdur. Eğitim ücra köşelerde ki insanlara da ulaşmalıdır. Hangi zorlukta olursa
olsun.
Kitap
da gördüm ki insanlar eğitim almadan hastalıklar yüzünden ölebiliyorlar.
İnsanlar nasıl giyinmeleri gerektiğini, nasıl yaşamaları gerektiğini hatta
nasıl ev yapmalarını gerektiğini bile bilmiyorlar. Kötü alışkanlıklarla
yaşıyorlar ve daha kötüsü başkalarının kültürlerini almaya çalışıyorlar. “Başkalarının
kültürlerini taklit eden bir toplum daima yıkılmaya mahkûmdur.”
Snelman
karakteri bir öğretmen olduğu için beni çok etkiledi. Anladım ki umutlar hiçbir
zaman kaybolmazlar. Çok kötü durumda olan ülkeyi bir eğitimci olan Snelman
ayağa kaldırdı ve bugün bile dünyanın her yerinde Finlandiya adının
konuşulmasını sağladı. Eğitimsiz bir toplum cahildir. Kitapta Krokep’ in hikâyesi
beni çok etkiledi. Onun elinden kimse tutmadığı için, ona bazı şeylerin yanlış
olduğunu söylemedikleri için çok kötülükler yapan bir insan olarak yetişmiştir.
Ama bir taraftan en yakın arkadaşı olan Yardiven etrafından aldığı bilgilerle
yükselmiş ve ülkede Reçel Kralı olmuştur. Aslında ikisi de aynı milletin
insanlarıdır. Biri sadece eğitim görmüş diğeri görmemiş. Ben inanıyorum ki iyi
yetişmiş bir öğretmen ülkenin neresinde olursa olsun isterse ölü bir toprağa
çiçek ekebilir ve o çiçekleri yetiştirebilir. İleri de mesleğimi yaparsam o
ülkenin sadece çocuklarını değil, gençlerini, yetişkinlerini ve yaşlılarını da
sadece bilgi yönünden değil her türlü yönden geliştirmek isterim.
İyi eğitim görmüş her birey kültürel, ekonomik ve sosyal açıdan zengindir. Kendini ve çevresindeki insanları her zaman geliştirme imkanı bulur ve bu imkanları yaratır. Bana göre eğitim kalkınma açısından olmazsa olmaz bir olgudur. Kültürüne ve değerlerine sahip çıkmayı görev edinmiş bir birey olarak, eğitimin dünya üzerinde var olan her bireye verilmesi gerektiğini savunuyorum. Elinde herhangi bir imkan bulunmadan ve eğitimin söz konusu bile olmadığı bir toplumun, eğitim sisteminden günümüzde hemen her ülkede söz ettirmesi beni oldukça etkiledi. Ekonomik açıdan bu denli zayıf olan bir ülkenin doğru uygulanmış bir eğitim politikası sayesinde kalkınma yaşaması beni oldukça etkiledi. Öğrencilerin bir birey olarak dikkate alınması ve her bireyin farklı özelliklere sahip olduğunun bilinip bu duruma göre eğitime devam edilmesi, bana göre her ülkenin eğitim sisteminde değişmez ön koşul olmalıdır.
YanıtlaSilBir toplumun gelişmesi ancak eğitimle sağlanabilir. Kültürel açıdan da diğer toplumları taklit etmemek şarttır.Taklit eden toplumlar manevi kayıplar yaşarlar.Eğitim sadece bir toplumda çocuklara değil bütün herkese verilmeli ve toplum bilinçlendirilmelidir.
YanıtlaSil